18 Ekim 2011

Yeni Bir Başlangıç Için

      Beynimde uğuldayan bu sesten nefret ediyorum. İçimde ki adama dur demek bir hayli zor benim için. Bambaşkayım bugün. Mana aramayı sevmiyorum aldığım nefeste ama bir mana olmalı yaşamam için… Hala ayaktaysam bir anlamı olmalı dik durabilmemin… Ölümün o muhteşem yüzünden çekinmiyorum zaman geçtikçe. Oysa çocukken ne kadar çok korkardım ölmekten… Demek ki insan olabilmeyi çocukken daha da çok anlıyormuşum… İnsan çocukken daha çok farkındaymış her şeyin…  Yıllar geçtikçe büyüdük sandığımız şeylere bakınca, insanın aslında her yaşta daha çok bunadığını görüyorum… Ve daha çok saçmaladığını.

      Oysa ben çocukken daha büyüktüm… Hayallerim ve düşüncelerim daha olgundu. İmkansızlık yoktu ve canım acırdı düştüğümde. Etten, kemiktendim işte. Ama üşümezdim küçük bir rüzgarla… Savaşlarım vardı benim mermi kullanmadığım! Ve her zaman kazanırdım sevgilerimi. Bir şeyi kazanmak sadece gözyaşıma bakardı. Gözyaşım o kadar içtendi ki, anlayacak birileri mutlaka vardı etrafımda.  Etrafımdakiler daha insandı. Ve daha saftı yaşlarına, yaşadıklarına rağmen.

      Büyüdüm yavaş yavaş… O kadar kirlendi ki her şey, bir yerlere uzaktan bakarken bile yormaya başladı hayat.  Ve üşümeye başladım en küçük rüzgâr da. Büyüyen bedenim zayıfladı ansızın… Daha ağır yükler kaldırabiliyor ama daha uzağa zıplayamıyordum… Daha yapacak çok şey varmış gibi dururken sadece zaman öldürdüğümü fark ettim. İnsanlar sevgileriyle değil, mermileriyle savaşa tutuştuklarında anladım ölümün soğuk yüzünü. Ve en büyük hayal kırıklığımdı, birilerine güvenilmemesi, sevdiklerini söylediklerinde… Diğerleriyle yürümeliydim. Kopmamalıydım sürümden. Ve sonunda anladım ki… Anlayamadan ölmek vakti gelmiş… ‘Elveda dünya’ dediğimi duyacak bir insan dahi kalmamış etrafımda…
 
      Oysa ben, diğerlerinin gözlerine baktığımda anlatabilmeliydim sevdiğimi. Ağlayınca, akan gözyaşlarıma sahte dememeliydi insanlar. Ve maddeden sıyrılmalıydı ruhlar şöyle bir laflarken dostlarla. Ortada var ise iki kelam aşk, bahsederken kendinden geçmeliydi insanlar. Başka çocuklar büyümeliydi saf ve temiz. Büyümek derken yaşlanmamalıydı insanlar… Hep dokuzunda kalmalıydı dünya… Yeni doğmuş bir bebek saflığında ilerlemeliydi hayat. Etler buruşmamalıydı… Hani buruşacaksa da, fikirleri, yürekleri, sevdaları buruşmamalıydı insanların… Buruşmaktan vazgeçtim sonra… Ayakta yürürken çürüdü insanlar… Yürüyen binlerce arsız cesedin ortasında kaldım ben daha çocukken… Şimdi… O cesetlerden birisi olmamak içindir bütün gayretim. Çünkü ben sadece çocuk kalmak isterdim… Ve çocukça büyümek isterdim. Ölüme meydan okumak değil, ölümden çekinmek isterdim! Sorgulamak isterdim bir kere daha her şeyi. Meraklı gözlerle bakınmak isterdim hayata. Sanki her şey yeni yaratılmışçasına… Olmadı. Her şeyi öğrendiğimi sanacak kadar büyüdüm ne yazık ki!

       Felsefi bir kaç metin artık cebimde ki. Her şey, her sabah yeniden mi başlar? Ya da her sabaha bir önce ki günün ardından geç mi başlıyoruz bilemiyorum. Ama giden bir zamanı geri döndüremediğimiz muhakkak. İleri doğru hızla itemediğimiz de. Olduğumuz anın kıymetini hala bilemeyişimiz çaresizliğimizden midir? Çaresizsek yaşamamızın ne anlamı var? Ve eğer hala yaşıyorsak mutlaka aklımızın bir yerinde ki çare ve umutlar sayesinde ayaktayız. Sorunun esası olan sebep ve tamamlanmamış sonuçlar her ne olursa olsun, bunları bir bulmaca haline getirmektense hayatı neden daha da kolaylaştırmıyoruz? Nasıl mı? Sadece nefsimizi köreltip, bir başka canlıya saygı duymaya başlayarak… Suçlarımızı, her konuda haklıymışızcasına legalleştirmeyerek. İnsan olduğumuzu ve hata yapma hakkımızın günün her saniyesinde olduğunu kabul ederek… Zaman inanılmaz bir hızda ilerliyor ve daha işe başlamadık bile. Ama birileri başlamadı diye, kendi hayatımı mahvedemem. Her birey bir yerlerden başlamalı kendi sorgulamalarına. Başlayamıyorsanız, yürüyen bir zombi ordusunda yerinizi almışsınız demektir. Yazık!… Oysa hiçbir insan yürüyen bir ceset olmak için doğmamıştır. Çocukluk hayallerinizi hatırlayınız… Anlayacaksınız!

       Birilerini severek büyüdüğümüz kesin. Birilerini sevebilmenin en güzel yanı, karşılığını da aldığınız her sevgide, kendinizi daha çok sevmenize neden olmasıdır. Birilerini sevmek, sevdiğiniz insanın, başınızı her okşadığında yeniden çocuk olabilmenizdir. Ya herkesi sevebilseydik? Ya herkesi severek büyüyebilseydik? Her saniyesi huzur dolu bir dünyada ki eforunuzun neleri yukarıya taşıyabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bunu düzeltmek için geç kalmış olabiliriz… Ama, biz ölünce kıyamet kopmayacak!… Arkamızdan yetişecek bireyleri sadece mutlu ve onlara sevmeyi öğreterek yetiştirebilirsek güzel bir dünya bırakmış olacağız. Ve bunu başaramamamız için hiçbir neden yok. 21. Yüzyılı savaşın, kinin ve nefretin yüzyılı olarak hazırlamamak için her birey işe kendisinden başlamalıdır. Yoksa, eminim sizlerin de görebileceği gibi kötüye giden bir çok şeyin içinde harmanlanarak nefret toplarına dönüşmeye başladık bile… Ve bu harmanlanmada herkes kocaman birer adam olup çıkıverdi toprağın üstüne. Derdimiz adam olabilmek olmamalı sadece! İçimizde ki çocuğu kaybetmeden, adam gibi yaşayabilmek, emin olun ki yaşam kalitelerimizi daha da arttıracaktır.

        Bu yazıları yazmamın amacı, kendimi sorgularken, yine kendime yeni değerler kazandırmak, belki başka bir şeyleri düşünmeyi sağlamaktır. Ben bir köşe yazarı ya da filozof değilim. Bir çok yanlışın içinden sıyrılmaya çalışan, özünde, gerçek benliğinde ki insana ulaşmaya çalışan bir gencim sadece. Çocukluğumu aramakta, sanırım yola çıkış noktam. Bir şeyler zamanla yanlış gidiyorsa hayatımızda bunu toparlamak için konuşmalıyız. Daha çok okumalıyız daha çok yazmalıyız. Daha çok konuşmalıyız gerektiğinde çılgınlar gibi saçmalayarak. Ama bir şeyler yapmalıyız. Sevdik diyoruz! Sevemiyoruz… Koşullarını hazırlasak bile, ölemiyoruz…! Çarpık şeyleri kınarken, her türlü çarpıklıkta yıpranıyor ruhlarımız! Çok okuyana hamal diyor, okumayana cahil diyoruz. Ortasını kendimizde beceremiyoruz! Ancak bir ortası olması gerekiyor hayatımızın. Bize hayatımızı ortalayarak yaşamayı unutturdu bir önceki nesil. Ya var’ız ya yok’uz… Ama mutlak surette ki varlığımızı unutmaya başladığımız noktadayız. Mutlak surette var olabilmek için yaşamak varken, her saniye bir tırmanışın ortasında kalmaktayız. Ancak bir yerlere tırmanmak zorunda da değiliz. İnsanların standartlarına göre bir hayat kurmak zorunda değiliz. Kendi standartlarımızı oluşturabilecek kadar kişilikli bir hayat yaşamalıyız! Kendi standartlarımıza ulaştıktan sonra hedefler koymalıyız! Peki kaçını yapabildik? Hiç… İşte bu’hiç’ dediğimiz yerde duracaksak, kendimizi var zanneden bir hiç olarak yaşamaya da boyun eğmek zorundayız… Ve ben burada kalmamam gerektiğini biliyorum…
   
          Bedeni zapt etmek en zor olanı. Hayatımın hiçbir anında, bedenimin isteklerini zapt edemediğim gibi, edebilen bir insanla da henüz karşılaşamadım. Nefs dediğimiz olgu öyle bir şey ki, faydalı olan her şeyi bir silah gibi kendine çevirebiliyor. Adamın birisi çıkıp atomu buluyor, biz kendimizi yüceltebilmek için bunu bomba haline getirebilecek kadar gözlerimizi karartıyoruz. Ne için? Hepi topu seksen yıl yaşayacağınız ve bunun da son yirmi yılı hastalıklarla boğuşacağınız bir ömür için mi? Ölmek kolay olanı. Beni ölümümden çok nasıl birisi olarak öleceğim ilgilendiriyor! Yani dünyaya henüz gözlerinizi yeni açmışken bile boş değilsiniz. Kendinizi ve hayatınızı boşalta boşalta ölüyorsunuz. Sonra geriye doğru giderek sıfıra yaklaştığınız bu ömre, dolu dolu yaşadım, tecrübelerim var diyorsunuz? Nedir tecrübeleriniz? Gittiğiniz güzel bir tatil mi? Dostlarınızla içtiğiniz iki duble içki mi? Deliler gibi aşık olmanız mı? Bunları yaşamayın demiyorum ama bunları yaşamak tecrübedir de diyemem… Eğer hala bunları yaşamamızı tecrübe olarak görüyorsak, henüz hayata adım dahi atmamışız demektir. Ama artık bir adım olsun atma vaktidir. Kaybettiğimiz çok şey var… Örneğin zaman!... Geldik dünyaya tamam… Ama gidişimizin farkında olmalıyız!

          Yeniden çocuk olma gayretimle geçen birkaç senem var dünya da. Başarmak ya da başaramamak değil gayem ama bunun için bir şeyler yapmadan ölmem, sanırım beni yaralayabilecek tek şey. Bir anlam yüklemek istiyorum varlığıma. Sevmemin bir anlamı olmalı benim. Ve aldığım nefesin. Sevişmelerimin bir anlamı olmalı uzuvlarımda hissettiğim. Saçlarıma dokunan elin farkında olmalı tenim, hücrelerim… Korkmadan yaşamak zorundayım hayatı ama korkmalıyım da insan olduğum için. Her gün ölüme yürürken zaman benim için, buna rağmen attığım kahkahaların bir anlamı olmalı. Suya baktığımda susamamalıyım. Dünyanın ve bedenimin dörtte üçünün su olduğunu hatırlamalıyım. Aldığım her nefesi geri vermemin bir sebebi varsa bilmeliyim. Bilerek yaşamalıyım. Ve barışa kendimden başlamalıyım. Birisi ağladığında, bunun bir duygu sömürüsü olduğunu düşünmeden yaşamalıyım. İnsanlar hisseder… İnsanlar acır! Acımayan ve hissetmeyen bir canlı olamaz dünyada. Buna yakışır yaşamalıyım… Beni ben yapan bütün özelliklerin farkında olmalıyım… Farkında yaşamalıyım kısacası…!

           Bir ot gibi yaşayacaksak eğer, bu beyin ve omurga, bedeninize ağır değil mi? Yeniden çocuk olmalıyız. Ve bunun için bir zaman yolculuğuna gerek yok! İşe kaybettiğimiz yerden başlarsak ya da kaybettiğimiz yere doğru ilerlersek doğru yerden başlamış olabiliriz. En azından bir adım… Sevgiye atılmış hiçbir adım boş değildir. Sadece karşılıksız yaşamak gerekli. İşe kendimizi karşılıksız severek başlamalıyız. Gerisi mi? Kendiliğinden gelecektir!

Hakan ÖZDEN – 18.10.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder